Vermeyince Mabut Neylesin Sultan Mahmut

Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.



Tıkandı baba, çay getir



Tıkandı baba, oralet getir. Vb



Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.



Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?



Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba



Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;





Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden " Onlarınki kadar akmasada olur, yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve 



Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.









Tıkandı baba'nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ;



Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.





Sultan Mahmut'un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış , bakmış baklava nefis. " Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya 



Taze baklava, güzel baklava ! Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelirmi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi



Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş. Tıkandı baba da 



Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı baba'dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut ;



Bizim Tıkandı baba'ya bir bakalım, deyip Tıkandı baba'nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan;



Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi? mi, demiş



Geldi sultanım



Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?



Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız, duacınızım.



Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. 



Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve Devletin hazine odasına götürmüş.



Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan demiş;



Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış



Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler.



Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba,



Niçin, demiş. Askerler 



Hele sen bir beğen bakalım demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline



Ne olacak şimdi, demiş



Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı.demiş. adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;
'Vermeyince Mabut Neylesin Sultan Mahmut'.. 

Nelere kıymet veriyorsun?


Bir gün New-York'ta bir grup iş arkadaşı, yemek molasında dışarıya çıkar.

Gruptan biri, Kızılderili'dir. Yolda yürürken Kızılderili, onca insan gürültüsü, siren sesleri, yoldaki iş makinelerinin çıkardığı gürültü ve korna sesleri arasından, kulağına CIRCIR böceği sesinin geldiğini söyleyerek o böceği aramaya başlar.

Arkadaşları, bu kadar gürültünün arasında bu sesi duyulamayacağını, Kızılderiliye öyle geldiğini söyleyip yollarına devam ederler.

Ama içlerinden bir tanesi inanmasa da, Kızılderili'yi yanlız bırakmamak için onun ile böceği aramaya devam eder..

Kızılderili, yolun karşı tarafina doğru yürür, arkadaşı da onu takip eder. Binaların arasındaki bir tutam yeşilliğin arasında bir cırcır böceği bulurlar.

Arkadaşı, Kızılderili'ye

'Senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi NASIL duydun?' diye sorar.

Kızılderili ise; bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya lüzum olmadığını söyleyerek, arkadaşından kendisini takip etmesini ister.
Kaldırıma çıkarlar, Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlar.

Birçok insan, bozuk PARA sesini duyunca sesin geldiği tarafa bakarak, ceplerinden para düşürüp düşürmediklerini KONTROL eder.

Kızılderili, arkadaşına dönerek:

'Mühim OLAN, ..Nelere KIYMET verdiğindir. Her şeyi ONA göre DUYAR, görür ve HiSSEDERSiN. '

Alıntı

Osho - Zihinsizlik

Sevgili OSHO; Hayatın sıkıcı olduğunu hissediyorum ne yapmalıyım ?



Bu haliyle, zaten yaptın! Hayatı sıkıcı hale getirdin, bir başarı ! Hayat öylesine coşkuludur ki sen onu sıkıntıya mı dönüştürdün ? Mucize yaratmışsın ! Başka ne yapmak istiyorsun ? Bundan daha büyük bir şey yapamazsın. 

Yaşam ve sıkıntı mı ?
Olağanüstü bir hayatı görmezden gelme kapasitesine sahip olmalısın. Cehalet görmezden gelme kapasitesi demektir. Kuşları, ağaçları, çiçekleri, insanları görmezden geliyor olmalısın. Yoksa hayat olağanüstü güzeldir, anlamsız bir şekilde güzeldir; öyleki eğer onu olduğu gibi görebilirsen, kahkahan hiçbir zaman kesilmeyecek. Kıkırdayıp duracaksın, en azından içinden. Hayat sıkıcı değildir ama zihin sıkıcıdır. Öyle bir zihin, öyle kuvvetli bir zihin yaratırız ki – etrafımızda Çin Seddi gibi bir duvar hayatın içimize girmesini engeller. Bizi hayattan koparır.

Yalıtılmış hapsolmuş, penceresiz hale geliriz. Bir hapishane duvarının arkasında yaşarken, sabah güneşini görmezsin. Uçan kuşları görmezsin, gece yıldızlarla dolu gökyüzünü görmezsin. Elbette hayatın sıkıcı olduğunu düşünmeye başlarsın… Bilgini kenara koy! Sonra boş gözlerle bak… Ve yaşam sürekli bir şaşkınlıktır. İlahi bir hayattan bahsetmiyorum; sıradan yaşam olağanüstüdür. Küçük olaylarda ilahinin varlığını bulacaksın: bir çocuk kıkırdarken, bir köpek havlarken, bir tavus kuşu dans ederken.

Fakat gözlerin bilgiyle örtülüyse, göremezsin. Dünyadaki en zavallı insan, bir bilgi perdesini arkasında yaşayandır. En zavallılar, zihinle yaşayanlardır. En zenginler zihinsizliğin pencerelerini açmış ve hayata zihinsiz yaklaşmış olanlardır… 




OSHO

Bir hayat dersi - Affetmek










Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: ‘Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?’ 

Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. ‘O zaman’ der öğretmen.‘Bundan sonra ne der
sem yapacağınıza da söz verin’ öğrenciler bunu da yaparlar. Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamamışlardır.

Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: ‘Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.’ Bazı öğrenciler torbalarına üçer beşer tane
patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine ‘Peki şimdi ne olacak?’ der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: ‘Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar.’

Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar:

‘Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.’ ‘Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk?’

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: ‘Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir....

Osho - İlişki kurmak

Eğer kendi merkezinde değilsen, kim olduğunu bilmiyorsan, gerçekten ilişki kuramazsın.

Kendini bilmeden kurulan ilişki tümüyle bir yanılsamadır. Diğeri seninle ilişkide olduğunu zanneder, sen onunla ilişkide olduğunu zannedersin; ne sen kendini tanıyorsun, ne de o kendini tanıyor. O zaman kim kiminle ilişkide? Hiç kimse yok! Sadece iki gölge oyun oynuyor. Ve ikisi de gölge olduğundan, ilişkide bi
r varlık yok. Ben bunu sürekli görüyorum: İnsanlar ilişki kuruyor, ama ortada bir varlık yok. İlişki kuruyorlar, çünkü eğer ilişki kurmazlarsa, yalnızlığa düşüp kaybolacaklarını sanıyorlar. O yüzden, düştükleri anda zıplayıp yeniden ilişkiye giriyorlar. Herhangi bir ilişki, hiç ilişki olmamasından daha iyi; düşmanlık bile olsa tamam, en azından insan kendini boşta hissetmiyor.

İşte bu yüzden, bu boşluğa girmelisin. Cesaretini topla ve içeri gir. Çok kederli ve yalnız bile hissetsen, endişelenecek hiçbir şey yok; bu bedeli ödememiz gerekiyor. Ve bir kere kendi kaynağına ulaştığın zaman, her şey tümüyle değişecek, ve dışarıya bir birey olarak çıkacaksın. Bana göre bir kişi ve bir birey arasındaki fark budur: Kişi, sahte bir olgudur; birey gerçektir. Kişi, kişilik, maskedir, gölgedir; birey varlıktır, gerçekliktir. Ve sadece bireyler ilişki kurabilir, sevebilir; kişiler sadece oyun oynayabilir...

OSHO

Osho - İnanç üzerine


Bir kız benimle görüşmeye geldi. Bana sordu: "Söyle bana, gerçekten bir Allah var mı?"
Allah olmadığını öne sürmeye hazırdı.

Yüzüne, gözlerine baktım.Gergindi, itiraz doluydu. Bu konuda savaşmak istiyordu. Gerçekte, derinliklerde, Allah olmamasını istiyordu. Çünkü eğer bir Allah varsa, o zaman olduğun gibi kalamazsın, o zaman bir meydan okuma gelir. Allah bir meydan okumadır. Senin kendinle tatmin olamayacağın anlamına gelir, senden yüksek bir şeyin olduğu anlamına gelir. Allah'ın anlamı budur.

Bu yüzden tartışmaya hazırdı. "Ben bir ateistim ve Allah'a inanmıyorum" dedi. Ben de şöyle dedim: "Eğer Allah yoksa, ona nasıl inanmazlık edebilirsin? Ve Allah önemsizdir. Senin inancın ve inanmayışın, lehine ve aleyhine savlarla ilgilildir. Allah ile ilgili değil. Sen neden ilgileniyorsun? Eğer Allah yoksa,neden bunca yoldan geldin? Neden bir şey olmadığını öne sürmek için bana geldin? Onu unut ve affet. Evine git, zamanını boşa harcama. Eğer yoksa,
neden endişeleniyorsun? Olmadığını kanıtlamak için bunca çaba neden? Bu çaba senin hakında birşey gösteriyor. Sen korkuyorsun. Allah varsa, o zaman bu bir meydan okuma. Allah yoksa, olduğun gibi kalabilirsin. Yaşamda meydan okuma olmaz.

Meydan okumalardan, risklerden, tehlikelerden, kendini değiştirmekten, dönüşmekten korkan biri hep Allah'ın varlığını inkar edecektir. Onun zihni inkardır, inkar onun hakkında birşey anlatır, Allah hakkında değil..

Kıza, Allah'ın kanıtlanabilen ya da çürütülebilen birşey olmadığını söyledim. Allah, lehine ya da aleyhine görüş sahibi olabileceğin bir nesne değildir. Allah, senin içinde bir olasılıktır. O dışarda birşey değildir. Senin içinde bir olasılıktır. O olasılığa gidersen, o gerçek olur. O noktaya gitmezsen, o gerçekdışıdır.
Ve eğer ona karşı tartışırsan, o zaman yolculuğun anlamı yoktur. Sen aynı kalırsın. Bu bir kısır döngüye dönüşür.

Allah'ın olmadığını öne sürüyorsun ve bu yüzden asla ona doğru gitmiyorsun. Çünkü bu bir içsel yolculuk. Sen asla yolculuk etmiyorsun. Çünkü olmayan bir noktaya doğru nasıl gidebilirsin? Bu yüzden aynı kalıyorsun. Sen aynı kaldığında asla buluşmuyorsun. Allah ile asla karşılaşmıyorsun. Asla onunla ilgili
bir his, bir titreşim almıyorsun. O zaman senin için, onun olmadığı daha da fazla kanıtlanmış oluyor. Bu ne kadar çok kanıtlanırsa, sen o kadar uzaklaşıyorsun, o kadar düşüyorsun, arandaki boşluk o kadar artıyor.

"Yani bu Allah'ın olup olmaması meselesi değil" dedim kıza. Bu, senin büyümeyi isteyip istememen meselesi. Büyürsen, bütün büyümen buluşma olacak.
Bütün büyümen karşılaşma olacak, bütün büyümen birlik olacak.

Allah yok, ama sen ulaştığında olacak. O zatan orada olan birşey değil. O asla orada değil, o bir büyüme. Tamamen bilinçli hale ulaştığında Allah vardır.Ama itiraz etme. Enerjini itiraz etmek için harcamak yerine, enerjini kendini değiştirmek için kullan.



OSHO

Değerli taş

Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip: "Oğlum" der " Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster.

Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.
Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkal dükkânına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar . Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir;
sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.

İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği neneye ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü defa bir semerciye gider: Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu der
"benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna
bir on lira veririm." En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce
yerinden fırlar.

"Bu kadar değerli bir mücevheri nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?" Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz? " "Ne istiyorsan veririm." Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu: "Bu taşı bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsamı verebilirim" Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her
şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler. Bilge hocasının yanına dönen öğrenci büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır.

Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?" Öğrenci şaşkınlık içinde "Çok şaşkınım efendim. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Kafam karmakarışık " diye cevap verir. Bilge hoca çok kısa cevap verir 
"Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bileni anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir."

Manhattan ve Kızılderililer

Derler ki, Avrupalılar Amerika'ya ayak bastıktan sonra, bu kıtanın ev sahipleri olan Kızılderililerin Avrupalı anlamda ticaretten habersiz olduğunu gördüler. Ve onlara ticaret ögretmek istediler.

Yaptıkları açıklama gayet basitti:

"Biz size değerli eşyalar vereceğiz, buna karşılık siz de bize kendi değerli eşyalarınızı vereceksiniz.
Böylece sizin daha önce hayatınızd
a hiç görmediğiniz eşyalarınız olacak, biz de evimize sizden aldığımız değerli eşyaları götüreceğiz.”

Bu teklif, Kızılderililere makul geldi. Böylece kıyıdaki küçük ada üzerinde bir pazar yeri açtılar ve Kızılderilileri beklemeye başladılar.

Kızılderililer ticaret alanına avladıkları hayvan postların getirdiler. Beyazlar ise onların gerçekten de daha önce görmedikleri ayna, tarak gibi şeyler getirmişti. Buraya kadar her şey yolunda gidiyordu.

Derken, bir gün iki sarhoş beyaz tartışma sonucunda ticaret meydanında bir Kızılderiliyi öldürdü. Bununla kalmayıp mallarına el koydular. Kızılderililer şaşırmıştı.

Sordular:

"Sizler neden arkadaşımızı öldürdünüz? Buna gerek yoktu ki. O zaten elindeki eşyaları sizlere vermeye gelmişti.”

Beyazların ticarete de kin ve kan karıştırdığını gören yerliler bu ticaretten vazgeçtiler ve o pazar yerini lanetlediler.
Adına da "Man-hot-tan" dediler. Bu söz, yerli dilinde "iki büyük sarhoş adam" anlamına geliyordu.

O günden sonra hiçbir Kızılderili bu bölgeye girmedi. Kızılderililerin bu boykotuna karşılık, Kızılderililerin deyişiyle Man-hot-tan,
beyazların değiştirdiği isimle de Manhattan ticaret alanı olarak günden güne büyüdü.

Yirminci yüzyılın başlarında Manhattan hem New York'un hem Amerikan ticaretinin, hem de dünya ticaretinin merkezi haline geldi.

Kimse yıllar yıllar önce Kızılderililerin bu bölgeyi lanetlemiş olduğunu hatırlamadı. Hatta, buraya Dünya Ticaret Merkezi ismiyle iki büyük gökdelen dikildi.

Sonra?

Sonrasını biliyorsunuz.

Ateş ve Suyun hikayesi


Ateş bir gün suyu görmüş yüce dağların ardında
sevdalanmış onun deli dalgalarına. 
Hırçın hırçın kayalara vuruşuna,
yüreğindeki duruluğa 
Demiş ki suya:
Gel sevdalım ol,
Hayatıma anlam veren mucizem ol...

Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa
al demiş;
Yüreğim sana armağan... 
Sarılmış ateşle su birbirlerine 
sıkıca, kopmamacasına...

Zamanla su, buhar olmaya,
ateş, kül olmaya başlamış.
Ya kendisi yok olacakmış, ya aşkı...
Baştan alınlarına yazılmış olan kaderi de
yüreğindeki kederi de 
alıp gitmiş uzak diyarlara su...

Ateş kızmış, ateş yakmış ormanları...
Aramış suyu diyarlar boyu, 
günler boyu, geceler boyu
Bir gün gelmiş, suya varmış yolu
Bakmış o duru gözlerine suyun, 
biraz kırgın, biraz hırçın.
Ve o an anlamış;
aşkın bazen gitmek olduğunu.
Ama gitmenin yitirmek olmadığını....
Ateş durmuş, susmuş, sönmüş aşkıyla.
İşte o zamandan beridir ki:
Ateş sudan,
su ateşden kaçar olmuş..

Ateşin yüreğini sadece su, 
Suyun yüreğini
Sadece ateş alır olmuş...

Su ve Çiçeğin Aşkı


 
Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.İlk önceleri arkadaşlık olarak devam eder bu durum.

Tabiki zaman lazımdır birbirlerini tanımaları için.
Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlarki suya aşık olmuştur.

İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar. Sırf senin aşkın için ey su der!

Öyle zaman gelir ki; artık suda içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlar, zannederki çiçeğe aşık oldum.
Ama suda ilk defa aşık oluyordur.
 
Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba su beni sevmiyor mu diye düşünmeye başlar, çünkü su pek ilgilenmiyordur çiçekle.
 
Halbuki çiçek alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz;

Çiçek suya "seni seviyorum" der,
Su da "bende seni seviyorum" der.

Aradan zaman geçer ve çiçek yine suya "seni seviyorum" der,
su sabırla "bende" der.

çiçek sabırlıdır.
bekler...bekler...bekler..
 
Artık öyle bir duruma gelirki; çiçek koku saçamaz artık etrafa,
ve son kez suya "seni seviyorum" der,
suda söyledim ya; "bende seni seviyorum" der.
 
Ve gün gelir, çiçek yataklara düşer, hastalanmıştır çiçek artık.
Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek.

Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için dostuna.
Bellidirki çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek
suya derki;
"Ben seni gerçekten seviyorum"

Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır.
Nedir sorun diye, doktor gelir ve muayene eder çiçeği.

Muayeneden sonra şöyle der doktor:
"Hastanın durumu ümitsiz artık, elimizden bir şey gelmez."
 
Su merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye,
ve sorar doktora hastalığı nedir diye.
 
Doktor yukarıdan aşağıya bir bakar suya ve derki;

"Çiçeğin bir hastalığı yok dostum, bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için!"

VE ANLAR Kİ SU ARTIK,

SEVGİLİYE SADECE "SENİ SEVİYORUM "
YETMEMEKTEDİR...

Güneş ile Rüzgar


Güneş ile Rüzgar, hangisinin daha güçlü olduğu konusunda tartışırlar. Ve rüzgar "Sana benim daha güç...lü olduğumu kanıtlayacağım "der.
"Şuradaki yaşlı adamı görüyor musun hani şu üstünde palto olan. Bahse girerim o paltoyu üstünden senden çok daha çabuk sokup alabilirim."
Bu denemeye razı olan güneş bir bulutun arkasına... gizlenir ve rüzgar bir fırtına gücüyle esmeye başlar. Ancak rüzgar şiddetini ne kadar artırırsa yaşlı adam da paltosuna o kadar sarınır.
Sonunda rüzgâr pes edip durulur ve güneş bulutun arkasından çıkarak yaşlı adama sıcacık gülümser. Bunu gören yaşlı adamın yüzünde bir hoşnutluk ifadesi belirir. Ve paltosunu çıkarır.
İddiayı kazanan güneş rüzgara "DOSTLUK VE NAZİKLİK HER ZAMAN HAŞİNLİK VE ZORBALIKTAN DAHA GÜÇLÜDÜR..." der.

Huzurun resmi


Bir gün bir kral, ama halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder. Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar birbirinden güzel resimler yaparlar. Sonunda eserleri saraya teslim ederler.
 Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir. Resimlerden birisinde sükunetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı.
Resme kim baktı ise onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu.
Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim hiç de huzurlu gözükmüyordu. Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası görünüyordu. Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyordu.
- Harika bir huzur ve sükun örneği.
Ödülü kim kazandı dersiniz. Tabi ki ikinci resim. Kralın açıklaması şöyle idi:
-Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükun bulabilmesidir.

Doğru Sorularla Başlayın - J.Krishnamurti


ZİHNİNİZİ TETİKLEYİN
Akıl ve zeka belirlenen hedef doğrultusunda kullanılmadığı zaman harcanmış bir cevher hükmünde olur. Hedefsiz olarak yaşayan kişiler, suya atılmış bir saman çöpü gibidir. Oradan oraya çarpa çarpa giderler. Gideceği yer ve zaman belirsizdir. Yaşamı sadece ve sadece “anda” yaşamak, o an için güzeldir. “Anı” yaşarken de geleceği planlamak yaşam kalitemizi artıracak en önemli ayrıntılardan biridir. Misyonunun varlığını vizyona taşırken akıllı ve mantıklı çizgiler oluşturulmalıdır. Yaşamın içinizde ve dışınızda anlamlı hale gelebilmesi için hedefler belirlemeniz gerekir.
Hedefi oluştururken uygulanması gereken formül çok önemlidir:
Düşünce- Karar- Bilgi- Eylem- Sonuç
Düşünceleri tetiklemek gerekir. Bunun için kişinin kendisine sorması gereken sorular şunlardır:
-Ben kimim?
-Şu anda yaşadığım ortam nasıl?

Düşünmek Sorunlarımızı Çözer mi? J.Krishnamurti


Düşünce sorunlarımızı ortadan kaldırabilir mi? Düşünce, laboratuvarda veya kara tahtada olmadığı sürece, daima kendini koruyan, kendini devam ettiren ve şartlandırılmış bir şey değil midir? Eylemleri benmerkezci değil midir? Ve bu özelliklere sahip olan düşünce, düşüncenin kendisinin yarat­mış olduğu sorunlardan herhangi birine çözüm getirebilir mi? Sorunları yaratmış olan zihin, kendi yarattığı şeylere çö­züm getirebilir mi?

Düşünmek bir tepkidir şüphesiz. Size bir soru sorarsam, ona cevap verirsiniz -hatırladıklarınıza, önyargılarınıza, ye­tiştirilme tarzınıza, iklime, şartlandırılma biçiminize uygun olarak cevap verirsiniz; buna göre yanıt verir, buna göre dü­şünürsünüz. Bu arka planın merkezi, eylem sürecindeki "ben"dir. Arka plan anlaşılmadığı, düşünce süreci, sorunu yaratan benlik anlaşılmadığı ve sona erdirilmediği sürece ça­tışma yaşamaya mecburuz, hem içimizde hem dış dünyada, düşüncelerde, duygularda ve hareketlerde. Hiçbir çözüm, ne kadar akıllıca olursa olsun, ne kadar iyi düşünülmüş olursa olsun, insanla insan arasındaki, sizinle benim aramdaki çatış­mayı sona erdiremez. Bunun farkına varınca, düşüncenin na­sıl ve nereden ortaya çıktığının bilincine varınca, o zaman so­rarız; "Düşüncenin son bulması mümkün müdür?"

İyi olmaya çalışmaya son ver!


Kutsal Budist yazıtlarında bir Budist rahip için otuz üç bin tane kural vardır. Otuz üç bin tane kural! Herhangi bir zamanda ortaya çıkabilecek her tür durum için hazırlanmış bir cevap vermişlerdir. Ama otuz üç bin davranış kuralını nasıl hatırlayacaksın? Ve otuz üç bin tane davranış kuralını hatırlayabilecek kadar kurnaz birisi her zaman için onun dışına çıkacak yolları bulabilecek kadar da uyanık olacaktır; belli bir şeyi yapmak istemeyecek olursa ondan kurtulacağı bir yol bulacaktır.
Bir Hıristiyan azizi duymuştum: Birisi yüzüne tokat atmış bunun nedeni de o günün sabahındaki vaazda, "İsa eğer birisi yanağına bir tokat atarsa öteki yanağını da dön, der" demesiymiş. Ve adam da bunu denemek istemiş ve ona vurmuş, gerçekten çok sert vurmuş. Ve aziz de gerçekten sözünde samimiymiş, sözünün eriymiş: Ona diğer yanağını da vermiş. Ama adam da az değilmiş: Diğer yanağına da öncekinden de sert vurmuş. Sonrasında da şaşırmış: Aziz adamın üzerine atlamış ve çok sert bir şekilde vurmaya başlamış. Adam da demiş ki, "Ne yapıyorsun? Sen bir azizsin ve daha bu sabah birisi sana vurursa öteki yanağını da dön diyordun."
Aziz de, "Evet ama üçüncü bir yanağım yok. Ve İsa orada duruyor. Artık özgürüm; artık istediğim şeyi yapacağım. İsa'nın bu konuda verdiği bir bilgi yok" demiş.
İsa'nın hayatında da tıpkı bu şekilde oldu. Bir seferinde bir müridine, "Yedi kez bağışla" dedi. Mürit de "Olur" dedi. Adamın "Olur" deyişinden şüphelenen İsa, "Yetmiş yedi defa diyorum" dedi.
Mürit biraz rahatsız oldu ama, "Olur. Çünkü sayılar yetmiş yedide sona ermiyor. Yetmiş sekizden ne haber? Ondan sonra özgürüm, o zaman istediğim şeyi yapabileceğim!"
İnsanlar için kaç tane kural üretebilirsin? Çok aptalca, anlamsız. İnsanlar bu şekilde dindar oluyorlar ve yine de dindar değiller: Her zaman davranış kurallarının ve emirlerin dışına çıkacak bir yol buluyorlar...

-Osho

Hatalarını görmeye başladığın an...


 Hatalarını görmeye başladığın an kuru yapraklar gibi düşmeye başlarlar.
O zaman hiçbir şey yapmaya gerek yoktur. Onları görmek yeterlidir. Hatalarının sadece farkında olmak tek gerekli olan şeydir. Bu farkındalıkta onlar kaybolmaya, buharlaşmaya başlarlar.
Birisi yalnızca bilincinde olmazsa aynı hatayı tekrar etmeye devam edebilir. Bilinçsizlik aynı hatayı tekrar etmek için bir zorunluluktur ve hatta değiştirmek istesen bile başka bir biçimde aynı hatayı sürdürmeye devam edeceksin. Her şekilde ve her ebatta mevcutturlar! Yerlerini değiştireceksin, yerine yedeğini koyacaksın ama onu bırakamayacaksın çünkü derininde onun bir hata olduğunu göremiyorsun. Başkaları sana söylüyor olabilirler çünkü onlar görebilirler...
Bu nedenle herkes kendisinin çok güzel, çok zeki, çok erdemli, ermiş olduğunu düşünür ve hiç kimse onunla aynı fikirde değildir! Nedeni basittir: Başkalarına bakarsın, onların gerçeğini görürsün ve kendine karşıysa kurgular taşırsın, güzel kurgular. Kendin hakkında bildiğin her şey az ya da çok bir mittir; gerçekle hiçbir alakası yoktur.
Kişi kendi hatalarını görmeye başladığı an kökten bir değişim yerleşir. O yüzden çağlar boyunca tüm Budalar sadece bir tek şey öğretiyorlar; farkındalık. Sana karakter öğretmiyorlar; karakter rahipler, politikacılar tarafından öğretiliyor, Budalar tarafından değil. Budalar sana bilinç öğretiyorlar vicdan değil.

Vicdan senin üzerinde başkaları tarafından oynanan bir oyundur; başkaları sana neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylüyorlar. Sana kendi fikirlerini empoze ediyorlar. Ve onu ta senin çocukluğundan beri empoze ediyorlar. Ta en başından, senin üzerinde etki yaratabilmeleri, sende iz bırakabilmeleri ihtimalinin olduğu zamanlardaki masumluğun, kırılganlığın, hassasiyetin varken seni koşullandırdılar. Koşullanmanın adı vicdandır ve bu vicdan sürekli olarak senin tüm hayatına hükmetmeye devam ediyor. Vicdan toplumun seni köleleştirme stratejisidir.

- Osho

Osho - ÖZGÜRLÜK


İnsan yeryüzündeki yegâne özgür varlıktır. Bir köpek bir köpek olarak doğar, bir köpek olarak yaşayacaktır, bir köpek olarak ölecektir. Bunda özgürlük yoktur. Bir gül, bir gül olarak kalacaktır; herhangi bir dönüşme olasılığı yoktur; o bir nilüfer olamaz. Bir seçme şansı yoktur.
Seçim söz konusu değildir, özgürlük yoktur. İnsanın bütünüyle farklı olduğu yer burasıdır. İnsanın ihtişamı, varoluştaki eşsizliği, özel oluşu budur.
Bu yüzden Charles Darwin'in haklı olmadığını söylüyorum. Çünkü o insanları diğer hayvanlarla kategorize etmeye başlar; temel fark dikkate alınmamıştır bile. Temel fark şudur: Tüm hayvanlar bir programla doğar sadece insan bir program olmadan doğar. İnsan bir tabula rasa olarak, temiz bir sayfa olarak doğar; üzerine hiçbir şey yazılmamıştır. Onun üzerine istediğin her şeyi yazmak zorundasın; o senin yaratımın olacak.

J.KRISHNAMURTI İLİŞKİ ÜZERİNE


        SORU: Sık sık ilişkiden bahsettiniz. Sizin için ilişkinin anlamı nedir?
        KRISHNAMURTI: Öncelikle tecrit olmak diye bir şey yoktur Varolmak bir şeyle ilişkili olmaktır ve ilişkisiz varoluş yoktur. İlişki'yle neyi kastediyoruz? İki insan arasında, sizinle benim aramda iç içe geçmiş bir meydan okuma ve karşılık vermedir; sizin ileri sürdüğünüz ve benim kabul ettiğim veya karşılık verdiğim bir meydan okuma; ve bir de benim ileri sürdüğüm meydan okuma. İki insanın ilişkisi toplumu yaratır; toplum sizden ve benden bağımsız bir şey değildir, kitle kendi başına ayrı bir varlık değildir, siz ve ben birbirimizle olan ilişkimizle kitleyi, grubu, toplumu yaratır.
        İlişki iki insan arasındaki karşılıklı bağlantının bilincidir.Bir ilişki genelde ne üzerine kuruludur? Birbirine bağımlı olma dediğimiz şeye, karşılıklı yardıma dayalı değil midir? En azından biz onun karşılıklı yardım, karşılıklı destek olduğunu söyleriz ama gerçekte, kelimeler haricinde, birbirimizin önüne çektiğimiz duygusal set haricinde neye dayalıdır? Karşılıklı memnuniyete dayalıdır değil mi? Ben sizi memnun etmezsem benden kurtulursunuz; sizi memnun edersem beni eşiniz, komşunuz ya da arkadaşınız olarak kabul edersiniz. Gerçek bu.

J:KRISHNAMURTI Acı ÇEKMEK ÜZERİNE


SORU: Acının ve acı çekmenin manası nedir?

     KRISHNAMURTI: Acı çektiğiniz zaman, acınız olduğu za­man, bunun manası nedir? Fiziksel acının ayrı bir manası vardır ama biz büyük ihtimalle psikolojik acıyı ve ıstırap çek­meyi kastediyoruz ki bunun farklı düzeylerde çok ayrı bir manası vardır. Acı çekmenin manası nedir? Acı çekmenin manasım neden öğrenmek istiyorsunuz? Manası olmadığın­dan değil - onu öğreneceğiz. Ama bunu neden öğrenmek is­tiyorsunuz? Neden niçin acı çektiğinizi öğrenmek istiyorsu­nuz? Kendinize bu soruyu sorduğunuzda, "Neden acı çeki­yorum?" diye sorduğunuzda, acı çekmenin nedenini aradığı­nızda, acı çekmekten kaçmış olmuyor musunuz? Acı çekme­nin manasını aradığım zaman ondan kaçınmış, sakınmış, on­dan kaçmış olmuyor muyum? Gerçek şu, ben acı çekiyorum; ama zihni bunun üzerinde işlemeye ittiğim ve "Peki neden?" dediğim an zaten çekilen acının keskinliğini hafifletmiş olu­yorum. Bir başka deyişle, acının hafiflemesini, yatışmasını, bir tarafa konmasını, örtbas edilmesini istiyoruz. Eğer ondan kaçma arzusundan kurtulursam, acı çekmenin ne içerdiğini anlamaya başlarım.

Acı çekmek nedir? Bir rahatsızlıktır, değil mi? Farklı sevi­yelerde bir rahatsızlık - fiziksel seviyede ve bilinçaltının fark­lı seviyelerinde.

Düşmanla işbirliği yapıp dostunu satan öküzlerin sonu


Eski zamanların birinde bir otlakta öküz sürüsü yaşarmış. Ama civardaki aslanlar bir türlü rahat bırakmazlarmış onları.
Her gün saldırırlarmış bu sürüye. Öküz dediğin öyle yabana atılır bir hayvan değil ki, bir araya toplandılar mı kolayca defetmesini bilirlermiş o koca aslanları. Gerçi bir iki sıyrık alırlarmış; ama yine de boyun eğmezlermiş aslanların bu zorbalığına. Gün geçtikçe aslanları almış bir
kaygı. Tavşan, fare gibi küçük hayvancıklarla beslenir olmuşlar aslanlar.
Gitgide güçten düşmüşler. Eee, aslan bu, hiç fareyle doyar mı?
- Herhalde bize bu otlağı terk etmek düşüyor, demiş aslanlardan birisi.
- Evet, diye tasdik etmiş diğerleri. Nereye gideriz diye düşünürlerken
‘bir dakika’ diye bir ses duymuşlar gerilerden. Herkes dönüp bakmış sesin geldiği tarafa. Sürünün en çelimsiz ama kurnaz mı kurnaz bir ferdi olan Topal Aslan’mış söze atılan.
- Hayır. Hiç bir yere gitmiyoruz. Siz bana bırakın, ben hallederim bu işi, demiş.

Bilge Reisin Beyaz Adama Mektubu


Toprak İnsana Değil,
İnsan Toprağa Aittir

Bu mektup 1854 yılında, bir Kızılderili reisi olan Şef Seattle tarafından Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'na yazılmıştır.

Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum… Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satarsınız? Bunu anlamak bizler için çok güç! Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu, halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. 
Ormanlardaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız! 
Beyazlar için durum böyle değildir. 
Bir beyaz ölüp yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu topraklarını unutur. 
Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. 
Çünkü Kızılderili gerçek anasının toprak olduğuna inanır.
Washington'daki Büyük Beyaz Reis, bizden toprak almak istediğini yazıyor! 
Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. 
Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. 
Bu önerinizi düşüneceğiz! Ama gene de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim. 
Çünkü bu topraklar, bizim için kutsaldır. 
Nehirler ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza da öğretmeniz gerekecek.
Biz, nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz! 
Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? 
Biliyorum, beyazlar bizim gibi düşünmezler! 
Beyazlar için bir parça toprağın diğerlerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır! 
Beyaz adam topraktan istediğini alınca, başka serüvenlere atılır. 
Beyaz adam, annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. 
Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir! 
Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde "huzur" ve "barış" yoktur! 
Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. 
Belki bir vahşi olduğumdan anlayamıyorum ama benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka! İnsan bir su birikintisinin etrafında toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur? 
Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum!
Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanlarının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. 
Hava önemlidir bizler için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur! 
Ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza, havanın kutsal bir şey olduğunu öğretmeniz gerekir. 
Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? 
Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini bunun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?
Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğim! 
Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var; beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. 
Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum! Yaylalarda cesetleri kokan binlerce bufalo gördüm. 
Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları! 
Dumanlar püskürten bu demir atın bir bufalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor! 
Biz sadece yaşayabilmek için avladık bufaloları! 
Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. 

Unutmayın, bugün canlıların başına gelenler yarın insanın başına gelir! Çünkü bunlar arasında bir bağ vardır.

Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir!
Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır! 
Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrı'nız bizimkinden başka bir Tanrı değil! 
Aynı Tanrı'nın yaratıklarıyız. Beyaz adam bir gün belki bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. 
Siz Tanrı'nızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz! Ama Tanrı, hepimizi yaratan Tanrı için Kızılderili ve beyazın farkı yoktur. 
Ve Kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. 
Bu toprağa saygısızlık, Tanrı'nın kendisine saygısızlıktır. Beyaz adamı bu topraklara getiren ve ona Kızılderili'yi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrı'nın kaderini anlayamıyoruz! 
Tıpkı bufaloların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlayamadığımız gibi... 
Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş. Yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş! 
İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı başlamış olacak.
  

Bir Mucize Kaç Paradır Bayım?


Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmışlardı, Georgi'nin yalnızca çok pahalıya mal olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli
paraları yoktu. Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." 
Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti. 
Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle
ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. 
Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak "Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez:
"Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı

Öfkelenince Neden BAĞIRIRIZ ?


Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş. 

Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız? ” diye tekrar sormuş.

Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış:
“İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
- “Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur?
- "Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır."
- "Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur?"
- "Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”

Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş:
- “ Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”

Sokrates in Mahkemesi ve Cezasının İnfazı

Beşinci yüzyılda Atina'da bir yurttaş veya yurttaşlar grubu başka bir yurttaşa suçlamada bulunabiliyordu. Şuçlanan kişi ayağa kalkarak kendi savunmasını yapıyordu . Avukat yada yargıç yoktu.Çoğunluk tarafından seçilen 500 kişilik jüri kupaların içerisine taş koyarak oy kullanıyordu.

Sparta ile uzun yıllar süren savasın ardından yaşanan bozulmada günah keçisi aranıyordu.Sokratesin sürekli sorular sorması üç vatandaşın onun hakkında suçlama yapmasına neden oldu.Gençleri süpheci yaptığı, kuşak çatışmasına neden olduğu gibi kendisine yöneltilen suçlamaları tek tek çürütmesine karsın
Yapılan birinci oylama sonucunda oylama sonucunda 31 oy fark ile suçlu bulundu ve ölüm cezasına çarptırıldı. Sokrates savunmasında 'suçunun elinden gelenin en iyisini yaparak hizmet etmek olduğunu 'söyledi.


Kendisine birkaç alternatif sunuldu Atinayı terk edersen ve asla bir daha geri gelmeyeceğine söz verirsen kendini ölümden kurtarabilirsin(sürgünde yiyecek verilerek masrafları karşılanarak şehrin dışında yaşaması koşulları bulunmaktadır).Ya da Atina'da kalmak istersen konuşmayı bırak ve sessiz ol o zaman biz insanları yaşamana ikna ederiz.Aksi taktirde gün doğarken zehri içmek zorunda kalacaksın dediler.

Sokratesin cevabı ;

Zehri yarın yada bugün , zehir ne zaman hazırsa almaya hazırım ama hakikati söylemekten vazgeçmem. Canlıysam son nefesime kadar söylemeye devam edeceğim.Ve Atina'yı hayatımı kurtarmak için terk edemem Çünkü ozaman kendimi ölümden korkmuş, ölümden kaçmış,ölümün sorumluluğunu almamış güçsüz birisi olarak hissedeceğim.Ben kendi düşüncelerime, hislerime, varlığıma göre yaşadım; bu şekilde de ölmek isterim.

"ve suçlu hissetmeyin.Kimse benim ölümümden sorumlu değildir, sorumlu benim.Bunun olacağını biliyordum çünkü yalanlara, dolanlara, yanılsamalara dayanarak yaşayan bir toplumda hakikatten bahsetmek ölmeyi istemektir.Ölmem için karar alan şu zavallı insanları suçlamayın.Eğer bundan sorumlu olan birisi varsa oda benim.Ve hepinizin bilmesini istiyorum ki kendi sorumluluğumu alarak yaşadım ve kendi sorumluluğumu alarak ölüyorum. Yaşarken bir bireydim.Ölürken bir bireyim.Benim için kimse karar veremez; kendimle ilgili ben karar veririm."


ikinci mahkemede büyük çoğunluk kararıyla ölüme çarptırılır Sokrates.
Bir dostu;

"Ben senin sebepsiz yere ölüme çarptırılmana dayanamıyorum" dediğinde Sokrates dönerek

"Rahat ol, dostum, benim suçlu olarak ölüm cezasına çarptırılmamı mı tercih ederdin" demiştir.

Cezanın infaz zamanı gelmişti gün doğmak üzereydi.