İnsan yeryüzündeki yegâne özgür varlıktır. Bir köpek bir köpek olarak doğar, bir köpek olarak yaşayacaktır, bir köpek olarak ölecektir. Bunda özgürlük yoktur. Bir gül, bir gül olarak kalacaktır; herhangi bir dönüşme olasılığı yoktur; o bir nilüfer olamaz. Bir seçme şansı yoktur.
Seçim söz konusu değildir, özgürlük yoktur. İnsanın bütünüyle farklı olduğu yer burasıdır. İnsanın ihtişamı, varoluştaki eşsizliği, özel oluşu budur.
Bu yüzden Charles Darwin'in haklı olmadığını söylüyorum. Çünkü o insanları diğer hayvanlarla kategorize etmeye başlar; temel fark dikkate alınmamıştır bile. Temel fark şudur: Tüm hayvanlar bir programla doğar sadece insan bir program olmadan doğar. İnsan bir tabula rasa olarak, temiz bir sayfa olarak doğar; üzerine hiçbir şey yazılmamıştır. Onun üzerine istediğin her şeyi yazmak zorundasın; o senin yaratımın olacak.
İnsan sadece özgür değildir; insanın özgürlüğün kendisi olduğunu söylemek isterim.
Bu onun olmazsa olmaz özüdür, bu onun ruhunun ta kendisidir. İnsanın özgürlüğünü reddettiğin an onun en değerli hazinesini, onun tüm krallığını reddetmişsindir. O zaman o bir dilencidir ve hayvanlardan çok daha çirkin bir durumdadır. Çünkü onlar en azından belli bir programa sahiptir. O zaman insan basitçe kaybolur.
Bir kez insanın özgürlük olarak doğduğu anlaşılırsa o zaman tüm gelişim boyutları açılır. O zaman ne olacağın ne olmayacağın sana kalır. O senin kendi yaratımın olacaktır. O zaman hayat bir macera olacaktır; beklenen bir şey değil, bir maceradır, bir keşiftir, bir araştırmadır.
Hakikat sana önceden verilmemiştir, onu yaratmak zorundasın. Bir anlamda her an kendi kendine onu yaratıyorsun.
Şayet kader teorisini kabul edebilirsen, o da hayatın hakkında karar verme eylemidir. Kaderciliği kabul ederek bir kölenin hayatını kabul etmişsindir: Bu senin seçimindir. Bir hapishaneye girmeyi seçmişsindir, zincirlenmeyi seçmişsindir ama bu hâlâ senin seçimindir. Hapishanenin dışına gelebilirsin.
Sannyas tamamen buna ilişkin bir şeydir: Özgürlüğünü kabul etmek. Elbette insanlar özgür olmaktan korkar çünkü özgürlük risklidir. Kişi asla ne yaptığını, nereye gittiğini, tüm bunların nihayetinde ne olacağını bilemez. Şayet sen önceden yapılmış değilsen tüm sorumluluk sana aittir.
Sorumluluğunu hiç kimsenin omuzlarına bırakamazsın. Nihayetinde, kim olursan ol, ne olursan ol bütünüyle kendinden sorumlu olarak varoluşun önünde duracaksın. Yan çizemezsin, ondan kaçamazsın. Korku budur. Bu korku yüzünden insanlar her türden determinist tavırları seçerler.
Ve garip olan şey şudur: Dindar ve dindar olmayanlar tek bir noktada; özgürlüğün olmadığında hemfikirdir. Tüm diğer noktalarda anlaşamazlar fakat tek bir nokta üzerinde anlaşmaları gariptir. Komünistler ateist, dinsiz olduklarını söyler fakat insanın toplumsal, ekonomik, politik koşullar tarafından belirlendiğini söylerler. İnsan özgür değildir; insanın bilinci dışsal koşullar tarafından belirlenir. Mantık aynıdır! Dışsal gücü ekonomik yapı olarak adlandırabilirsin, Hegel ona —büyük H ile unutma— History*ve dindar insanlar ona Tanrı der; ve yine o zaman da sözcük büyük T ile yazılır. Tanrı, tarih, ekonomi, politika, toplum: Hepsi dışsal güçlerdir. Ancak onların hepsi tek bir şeyde hemfikirdir. Sen özgür değilsin.
* Ç.N.: Burada bir sözcük oyunu vardır: İngilizce'deki history sözcüğü tarih anlamına gelir. Burada ise büyük H harfi ile Tanrı'ya atıfta bulunularak "O'nun Tarihi" ve "O'nun Hikâyesi" anlamı bir arada üretilmektedir.
Gerçekten hakiki olarak dindar kişinin ayrıldığı nokta burasıdır.
Sana diyorum ki sen mutlak bir şekilde özgürsün, koşulsuzca özgürsün.
Sorumluluktan kaçma; kaçışın bir yararı olmayacak. Ne kadar önce kabul edersen o kadar iyidir çünkü hemen kendini yaratmaya başlayabilirsin. Ve kendini yaratmaya başladığın an muazzam bir coşku yükselir. Ve kendini istediğin şekilde yarattığın zaman büyük bir tatmin vardır. Tıpkı bir ressamın resmini bitirdiğinde, son dokunuşu yapması ve kalbinde muhteşem bir tatmin oluşması gibi. İyi yapılmış bir iş büyük bir huzur verir. Kişi Tanrı'ya katılmış olduğunu hisseder.
Yegâne ibadet yaratıcı olmaktır çünkü sadece yaratıcılık aracılığıyla Tanrı'ya katılırsın; başka bir katılma yolu yoktur. Tanrı hakkında düşünülmemesi gerekir, bir şekilde katılmak durumundasın. Bir gözlemci olamazsın sadece bir katılımcı olabilirsin; sadece o zaman onun gizeminin tadına varacaksın.
Kendini yaratmakla, kendi bilincini yaratmakla, kendi varlığını yaratmakla karşılaştırıldığında resim yaratmak hiçbir şeydir, şiir yaratmak hiçbir şeydir. Müzik yaratmak hiçbir şeydir.
Ancak insanlar korkmuştur. Ve onların korkması için bir neden vardır. Birincisi: O risklidir çünkü sadece sen sorumlusun. İkincisi: Özgürlük kötüye kullanılabilir çünkü sen yanlış şey olmayı seçebilirsin.
Özgürlük sen doğruyu ya da yanlışı seçebilirsin demektir; şayet sen sadece doğru olanı seçmekte özgürsen o özgürlük değildir.
O zaman o Ford ilk arabalarını yaptığı zamanki gibi olacaktır. Onların hepsi siyahtı. Ve o müşterileri galeriye götürüp şöyle derdi: "Siyah olduğu sürece istediğiniz herhangi bir rengi seçebilirsiniz!"
İyi de bu ne tür bir özgürlüktür? Doğru olduğu sürece, on emire uyduğu sürece, Gita'ya yahut Kuran'a uygun olduğu sürece, Buda ya, Mahavira'ya, Zerdüşt'e uygun olduğu sürece. O zaman o özgürlük değildir.
Özgürlük temelde, doğası gereği her ikisine de muktedir olman demektir: Doğruyu ya da yanlışı seçmek. Ve tehlike —ve dolayısıyla da korku— şudur ki yanlışı yapmak her zaman daha kolaydır. Yanlış yokuş aşağı bir görevdir ve doğru ise yokuş yukarı bir görevdir. Yokuş yukarı gitmek zordur, çetindir. Ve yükseğe, daha yükseğe çıktıkça giderek daha da zorlaşır. Ancak aşağı doğru gitmek çok kolaydır; hiçbir şey yapmana gerek yoktur, yer çekimi senin için her şeyi yapar. Sen sadece bir taş gibi tepeden aşağı doğru yuvarlan ve taş en dibe ulaşacaktır; hiçbir şey yapmaya gerek yoktur. Fakat bilinçte yükselmek istersen, güzelliğin, hakikatin, saadetin dünyasında yükselmek istersen o zaman sen mümkün olan en yüksek zirve için yanıp tutuşuyorsun ve bu kesinlikle zordur.
İkinci olarak ne kadar yükselirsen o kadar düşme tehlikesi vardır çünkü yol daralır. Ve sen her tarafında karanlık vadilerle çevrelenirsin. Tek bir yanlış adım ve sen basitçe uçuruma yuvarlanırsın, kaybolursun. Düz zeminde yürümek, yükseklikleri umursamamak daha konforlu, daha rahattır.
Özgürlük sana hayvanlardan aşağıya düşmek ya da meleklerin üzerine yükselme fırsatını sunar. Özgürlük bir merdivendir: Merdivenin bir ucu cehenneme uzanır, diğer ucu cennete dokunur. O aynı merdivendir; seçim senindir, yönü senin tarafından seçilmelidir. Bana göre eğer sen özgür değilsen özgür olmamanı kötüye kullanamazsın; özgür olmamak kötüye kullanılamaz. Mahkûm kendi durumunu kötüye kullanamaz; o zincirlenmiştir, her şeyi yapmak için özgür değildir. Ve bu insan dışındaki tüm hayvanların durumudur: Onlar özgür değildir. Onlar belli türde hayvanlar olarak doğar ve onu yerine getireceklerdir. Aslında doğa onu yerine getirir; onların herhangi bir şey yapmasına gerek yoktur. Onların hayatında bir meydan okuma yoktur.
Sadece insanın meydan okumayla, büyük meydan okumayla yüz yüze gelmesi gerekir. Ve çok az insan riski, çok az insan yükseklere gitmeyi, kendi nihai zirvelerini keşfetmeyi seçmiştir. Sadece birkaç kişi —Buda, İsa— sadece çok azı; bir elin parmaklarıyla sayılabilirler.
Niçin insanlığın tümü Buda ile aynı saadet haline, İsa ile aynı sevgi haline, Krishna ile aynı kutlama haline ulaşmayı seçmemiştir? Niçin? Bu yükseklikleri arzu etmek bile tehlikeli olduğu basit gerçeği yüzünden; onun hakkında düşünmemek daha iyidir. Ve onun hakkında düşünmemenin en iyi yolu özgürlük olmadığını kabul etmektir. Sen zaten önceden belirlenmişsindir; sen doğmadan önce sana belli bir senaryo verilmiştir ve senin sadece onu yerine getirmen gerekir.
Ve sadece özgürlük kötüye kullanılabilir, esaret kötüye kullanılamaz.
Bu nedenle dünyada bu kadar çok kaos görüyorsun. İnsanın daha önce bu kadar özgür olmadığı gibi basit bir gerçek nedeniyle, bu hiçbir zaman olmamıştır. Amerika'da insanlar dünyada hiçbir yerde, tarihte hiçbir zaman kimsenin çıkarmadığı kadar büyük bir özgürlüğün tadını çıkarmaktadır. Ne zaman özgürlük varsa kaos ortaya çıkar fakat bu kaosa değer çünkü bu kaosun içinden yıldızlar doğar.
Ben sana hiçbir disiplin vermiyorum çünkü tüm disiplinler inceden inceye bir tür esarettir. Ben sana hiçbir emir vermiyorum çünkü başka birisi tarafından dışarıdan gelen herhangi bir emir seni mahkûm edecektir, seni köleleştirecektir.
Ben sadece sana nasıl özgür olacağını öğretiyorum ve sonra seni özgürlüğünle canın ne isterse yapmak üzere kendi başına bırakıyorum. Şayet hayvanların aşağısına düşmek istersen bu senin kararındır. Ve onu yapmaya gayet tabii iznin var. Çünkü bu senin hayatın şayet onun bu şekilde olmasına karar verirsen bu senin ayrıcalığındır. Ancak özgürlüğü ve onun değerini anlarsan düşmemeye başlayacaksın; hayvanların aşağısına inmeyeceksin, meleklerin üzerine yükseleceksin.
İnsan bir varlık değildir o köprüdür. İki sonsuzluk arasındaki bir köprü: Hayvan ve Tanrı, bilinçsizlik ve bilinç. Bilincin içinde büyü, özgürlüğün içinde büyü. Her adımı kendi seçiminle at, kendini yarat. Ve onun için tüm sorumluluğu al.
Sıradan zihin her zaman sorumluluğu başkasına atar, sana acı çektiren her zaman diğeridir. Karın sana acı çektiriyordur, kocan sana acı çektiriyordur, anne baban sana acı çektiriyordur, çocukların sana acı çektiriyordur ya da toplumun finansal sistemi, kapitalizm, komünizm, faşizm, baskın siyasi ideoloji, toplumsal yapı ya da kader, karma, Tanrı...adını sen koy.
İnsanlar sorumluluktan kaçınmak için milyonlarca yola sahiptir. Ancak başka biri —X, Y, Z— sana acı veriyor dediğin an, o zaman onu değiştirmek için hiçbir şey yapamazsın. Ne yapabilirsin? Toplum değiştiğinde ve komünizm geldiğinde ve sınıfsız bir dünya olduğunda o zaman herkes mutlu olacak. Ondan önce mümkün değildir. Yoksul bir toplumda nasıl mutlu olabilirsin? Ve kapitalistler tarafından hükmedilen bir toplumda nasıl mutlu olabilirsin? Bürokratik bir toplumda nasıl mutlu olabilirsin? Özgürlüğüne izin vermeyen bir toplumda nasıl mutlu olabilirsin?
Mazeretler, mazeretler ve mazeretler; tek bir kavrayıştan kaçınmak için mazeretler: "Ben kendimden sorumluyum. Başka kimse benden sorumlu değil; bu mutlak surette ve sonuna kadar benim sorumluluğumdur. Her ne isem ben kendi yaratımımım."
Atisha'nın sutrasının anlamı budur: "Tüm suçlamaları bir kişiye yükle."
Ve bu kişi sensin.
Bir kez bu kavrayış oturduğunda: "Hayatımda ben sorumluyum —tüm ıstırabımdan, acımdan, başıma gelmiş ve gelmekte olan her şeyden. Bunun böyle olmasını ben seçtim; ektiğim tohumlar bunlar ve şimdi ektiklerimi biçiyorum. Sorumlu benim." Bir kez bu kavrayış sende doğal bir anlayışa dönüştüğünde o zaman her şey çok basittir.
O zaman hayat yeni bir yön alır, yeni bir boyuta doğru hareket etmeye başlar. Bu boyut dönüşümdür, evrimdir, mutasyondur. Çünkü ben bir kez sorumluysam, karar verdiğim herhangi bir an onu bırakabileceğimi de bilirim. Onu bırakmaktan kimse beni alıkoyamaz.
Istırabını bırakmaktan, ıstırabını saadete dönüştürmekten seni kim alıkoyabilir? Hiç kimse. Bir hapishanede bile olsan, mahkûm edilmiş, zincirlenmiş, hiç kimse seni mahkûm edemez. Senin ruhun yine de özgür kalır. Elbette son derece sınırlı koşullardasındır. Ama bu sınırlandırılmış durumda bile bir şarkı söyleyebilirsin. Ya çaresizlik gözyaşlarıyla ağlarsın ya da bir şarkı söyleyebilirsin. Ayağındaki zincirlerle bile dans edebilirsin; o zaman zincirlerin sesi bile bir melodiye sahip olacaktır.
Sonraki sutra: "Herkese şükran duy."
Atisha gerçekten çok çok bilimseldir, ilk önce der ki: Tüm sorumluluğu üzerine al, ikinci olarak der ki: Herkese şükran duy. Şu an ıstırabından senin dışında hiç kimse sorumlu değildir. Şayet ıstırabın hepsi senin kendi yaptığın bir şeyse o zaman ne kalır?
Herkese şükran duy.
Çünkü herkes senin dönüşümün için bir alan yaratıyor; seni engellediğini düşündüğün kişiler bile, düşmanın olduğunu zannettiklerin bile. Arkadaşların, düşmanların, iyi insanlar ve kötü insanlar, arzu edilen durumlar ve arzu edilmeyen durumlar; hepsi birden senin dönüşebileceğin ve bir buda olabileceğin koşulları yaratıyorlar.
Hepsine minnet duy. Yardımcı olanlara, engel olanlara, kayıtsız kalmış olanlara hepsine minnet duy çünkü onların hepsi beraber budaların doğduğu, senin bir buda haline gelebileceğin ortamı yaratıyor.
Arzusuz olmak nedir? O bütünüyle arzusuz olmak mıdır? Arzu sahibi olmak ya da olmamak için bütünüyle özgür olmak mıdır?
Arzudan bütünüyle özgür olmak seni bir ölü yapacaktır. Artık canlı olmayacaksın. Öğretilmiş olan şey budur: Arzusuz ol. Ama ne yapabilirsin? Arzuları yok etmeye devam edebilirsin; ne kadar çok arzu yok edilirse hayat o kadar yoksullaşır. Şayet tüm arzular yok edilirse o zaman sen intihar etmişsindir, manevi intihar.
Hayır. Hayatın enerjisidir, arzu hayattır. O zaman ben "Arzudan özgürleş" dediğimde bunun anlamı nedir?
İkincisidir söylemek istediğim: Arzu sahibi olmak ya da olmamak için özgür olmak, bütünüyle özgür olmak.
Arzu bir takıntı olmamalıdır; budur anlamı. Muktedir olmalısın...örneğin birisinin güzel evini görürsün, yeni yapılmıştır ve öyle bir eve sahip olmak için arzu duyarsın. Şimdi bu arzuya sahip olmak ya da olmamak konusunda özgür müsün? Eğer özgürsen arzusuz olduğunu söyleyeceğim. Eğer, "Özgür değilim. Bu arzu ısrar ediyor, onu bırakmak istesem bile bırakamam. Beni ele geçiriyor. Bu evin hayallerini kuruyorum, onu düşünüyorum. O yoldan geçmekten korkuyorum çünkü o ev bende kıskançlık yaratıyor, o ev beni rahatsız ediyor" diyorsan, eğer, "Bu arzuya sahip olma ya da olmama konusunda gücüm yok" diyorsan, o zaman sağlıklı bir halde değilsin; arzular senin efendindir, sen bir kurbansın. Ve sen çok acı çekeceksin çünkü etrafta olup biten milyonlarca şey vardır ve şayet pek çok sayıda arzu seni ele geçiriyorsa sen dağılacaksın.
Bu böyle olur: Birisi başbakan olur, artık sen başbakan olmak istersin, birisi zenginleşir, şimdi sen zengin olmak istersin; birisi ünlü bir yazar haline gelir, şimdi sen ünlü bir yazar olmak istersin. Ve birisi başka bir şeydir...ve birisi ise başka bir şeydir...ve her tarafta milyonlarca insan milyonlarca şey yapıyor. Ve her kıyıdan ve köşeden arzular yükselir ve senin üzerine atlar ve seni ele geçirir. Ve senin evet ya da hayır demeye gücün yoktur; sen delireceksin.
Tüm insanlık böyle delirir. Tüm bu arzular seni pek çok yönde çekiştirir, sen parçalanmışsındır çünkü pek çok arzu senin pek çok parçana sahip olur.
Ve bu arzular çelişkilidir de. O zaman sen sadece parçalı değilsindir: Sen bir çatışmaya dönüşürsün. Bir parçan çok zengin olmak ister, diğer parçan bir şair olmak ister; artık zordur. Zengin olmak ve bir şair olmak çok zordur. Bir şair bu kadar kabalaşamaz. Onun için zengin olmak çok zor olacaktır.
Para şiir değildir: Para kandır, para sömürüdür. Sıfatını hak eden bir şair sömüremez. Ve ismine layık bir şairin bir güzellik vizyonu olacaktır. Sırf kendi para biriktirme arzusu için pek çok insanı yoksun bırakacak kadar kendisini çirkinleştirmez.
Şimdi, sen bir politikacı olmak istiyorsun ve aynı zamanda meditasyon yapmak istiyorsun; bir meditasyoncu da olmak istiyorsun. Bu mümkün değildir. Politikacılar dindar olamaz. Dindarmış gibi davranabilirler ama onlar dindar olamazlar. Nasıl bir politikacı dindar olabilir? Çünkü din hırssızlık demektir ve politika ise saf hırstan başka bir şey değildir.
Dindarlığın anlamı şudur: Ben olduğum gibi mutluyum.
Politikanın anlamı şudur: Ben sadece tepeye vardığımda mutlu olacağım; olduğum halimle mutlu değilim. Koşmak ve acele etmek zorundayım ve gerekirse de yok ederim. Eğer doğru şekilde olursa ne âlâ; değilse o zaman yanlış şekilde ama zirvede olmak zorundayım. Kendimi kanıtlamak zorundayım.
Bir politikacı doğal olarak aşağılık kompleksinden muzdariptir. Dindar bir insanın bir kompleksi —aşağılık ya da üstünlük — yoktur.
Politikacılar dindarmış gibi yapar çünkü bu politikada işe yarar.
Dindar olmak demek hırssız olmak demektir, başka bir yerde olmak, başka birisi olmak hırsına sahip olmamak; şimdi burada olmaktır.
Şimdi, şayet bu iki fikre —bir politikacı olmak ve aynı zamanda bir meditasyoncu olmak— birlikte sahipsen, kendini zor duruma sokacaksın; kendini delirteceksin. Eğer dürüstsen delireceksin; şayet dürüst değilsen, o zaman delirmeyeceksin: O zaman bir ikiyüzlü haline geleceksin. Politikacılarının olduğu şey de budur.
Dindeki herkesin politikacı olmadığını söylemiyorum: Yüz tanesinden doksan dokuzu politikacıdır. Onlar orada farklı türden bir politikanın içindedir: Dini politikanın. Onların kendi hiyerarşisi vardır ve rahip, papa olmak ister: Bu yine politikadır. Yahut günahkâr aziz olmak ister; yine bu politikadır, yine aşağılık kompleksidir; yine, ne zaman kutsal, dini, azizce bir şey yapmaya başlarsan, etrafında şu 'senden daha kutsal' egosunu taşıyacaksın. O zaman gözlerinde diğerleri için bir kötüleme olacak; o zaman herkes cehennemliktir ve sadece sen kurtulacaksın. O zaman sen diğerlerine acıyarak bakabilirsin: Bu insanlar cehenneme gidecek. Bu da yine politikadır.
Gerçekten dindar bir insan ego nedir bilmez. O alçakgönüllü bile değildir —hatırla— o, o kadar egosuzdur ki alçakgönüllü dahi değildir. Alçakgönüllü olmak bile egonun bir gösterisidir; alçakgönüllü kimse de ayrıca alçakgönüllü olmaya çalışıyordur ve şunu kanıtlamaya çalışıyordur: "Ben alçakgönüllüyüm." Yahut kalbinin derinliklerinde "Ben dünyanın en alçakgönüllü insanıyım" gibi fikirlere sahip olabilir. Yine bu egodur!
Pek çok arzu sana sahip olacaktır ve çoğu çelişkili olacaktır. Ve seni farklı yönlere çekecektir ve sen parçalara ayrılacaksın, bütünlüğünü yitireceksin, artık bir birey olmayacaksın.
"Arzusuz olmak nedir?" diye soruyorsun.
Şimdi bunlar iki şeydir: Sen arzusuzluğu bilirsin, o zaman hayatını bütünüyle kesintiye uğratırsın, o zaman her şeyi kesmek zorundasın. O zaman sen bir Jaina rahibine dönersin: Tamamıyla her şeyden, kendinden tatmin olmamış sadece boş bir kabuk; yaratıcı değil, hiç kutlama yok, hiçbir çiçek asla açmaz. Yahut arzu dolu olmayı bilirsin: O zaman parçalara ayrılırsın. Her ikisi de çirkin hallerdir.
Yapılması gereken doğru şey arzudan öylesine tamamen özgür olursun ki seçebilirsin, her zaman seçebilirsin: Sahip olmayı ya da sahip olmamayı. O zaman gerçekten özgürsündür.
Ve sen o zaman hem yaratıcılığa, kutlamaya, arzuların coşkusuna ve sessizliğe ve huzura ve arzusuzluğun sükûnetine sahip olacaksın.
Aydınlanmış öz sevgisi ve kendini beğenmişliği nasıl ayırt etmeli?
Ayrım incedir ama çok nettir, zor değildir; ince ama zor değil. Eğer kendini beğenmişliğin varsa bu senin için giderek daha çok ve daha çok ıstırap yaratacaktır. Istırap senin hasta olduğunu gösterecektir.
Kendini beğenmişlik bir hastalıktır, ruhun kanseridir.
Kendini beğenmişlik seni daha çok ve daha çok gerginleştirecektir, daha çok ve daha çok rahatsız edecektir, rahatlamana izin vermeyecektir. O seni deliliğe doğru sürükleyecektir.
Öz sevgisi ise kendini beğenmişliğin tam tersidir. Öz sevgisinde öz yoktur sadece sevgi vardır. Kendini beğenmişlikte sevgi yoktur sadece kendi vardır.
Öz sevgisinde sen giderek daha çok ve daha çok gevşeyeceksin. Kendisini seven kimse bütünü ile rahatlayacaktır. Başka birisini sevmek biraz gerginlik yaratabilir çünkü diğeri her zaman seninle uyumlu olmayabilir. Diğerinin kendi fikirleri olabilir. Diğeri başka bir dünyadır; çarpışma, uyuşmazlık için büyük bir olasılık vardır. Her türlü fırtına ve kasırga olasılığı vardır çünkü diğeri başka bir dünyadır. Her zaman için ince bir mücadele sürmektedir.
Ancak kendini sevdiğinde, başka kimse yoktur. Çatışma yoktur; saf sessizliktir, muazzam keyiflidir. Sen tek başınasın; kimse seni rahatsız etmez. Diğerine ihtiyaç bile yoktur.
Ve bana göre kendisine karşı böylesi derin sevgi duyabilen bir kimse başkalarını da sevmeye muktedirdir. Eğer kendini sevemiyorsan başkalarını nasıl seveceksin? Başkalarına doğru yayılması için ilk önce yakın bölgelerde gerçekleşmek zorundadır, ilk önce senin içinde gerçekleşmek zorundadır.
İnsanlar, kendilerini dahi sevmemiş olduklarının farkına bile varmadan başkalarını sevmeye çalışırlar. Başkalarını nasıl sevebilirsin? Sahip olmadığın bir şeyi paylaşamazsın. Başkalarına sadece içinde zaten sahip olduğun şeyi verebilirsin.
Bu nedenle sevgiye doğru atılacak ilk ve en önemli adım kişinin kendisini sevmesidir fakat onun içinde öz yoktur. Bunu sana açıklayayım.
'Ben' sadece 'Sen'in zıddı olarak ortaya çıkar. 'Ben' ve 'Sen' bir arada var olur. 'Ben' iki boyutta var olabilir. Birinci boyut 'Ben-o': Sen-senin evin, sen-senin araban, sen-senin paran; 'Ben-o' bu 'Ben' olduğunda, bu 'Ben-o'nun 'Ben'i, senin 'Ben'in neredeyse bir nesne gibidir. O bilinçli değildir; o derin uykudadır, horluyor. Senin bilincin orada değildir. Sen neredeyse bir nesne gibisindir, nesnelerin arasındaki bir şey: Evinin bir parçası, eşyalarının bir parçası, paranın bir parçası.
Hiç fark ettin mi? Para konusunda çok hırslı olan bir insan yavaş yavaş paranın niteliklerine sahip olmaya başlar, o sadece bir paraya dönüşür. O maneviyatı yitirir. O artık ruhsallığını yitirir, o artık bir ruh değildir. O bir nesneye indirgenmiştir. Eğer parayı seversen, para gibi olacaksın. Eğer evini seversen yavaş yavaş materyal hale geleceksin. Neyi seversen o olursun. Sevgi simyasaldır.
Asla yanlış bir şeyi sevme çünkü o seni dönüştürecektir. Hiçbir şey sevgi kadar dönüştürücü değildir. Seni yükseltecek, yüksek seviyelere çıkaracak şeyi sev. Kendinin ötesindeki bir şeyi sev. Dinin tüm gayreti budur: Sana Tanrı gibi bir sevgi objesi verir, böylece düşmene olanak kalmaz. Kişi yükselmelidir. Bir tür 'Ben,' 'Ben-o' olarak var olur. Diğer tür 'Ben,' 'Ben-sen' olarak var olur. Bir kişiyi sevdiğinde diğer tür bir 'Ben' sende ortaya çıkar: 'Ben-sen.' Birisini seversin, o kişi olursun.
İyi ama ya öz sevgi? 'O' yoktur ve Sen' yoktur. 'Ben' kaybolur. Çünkü 'Ben' sadece iki bağlamda var olabilir: 'O' ve 'Sen.' 'Ben' figürdür, 'O' ve 'Sen' alan olarak iş görür. Alan kaybolduğunda 'Ben' kaybolur. 'Sen' tek başına kaldığında, sen varsın ama bir 'Ben'in yoktur, herhangi bir 'Ben' hissetmezsin. Sen basitçe derin bir oluşsun.
Normalde biz "Ben varım" deriz. Bu haldeyken, kendinle derinlemesine seviyorken 'Ben' kaybolur. Sadece varım kalır. Saf varoluş, saf varlık kalır. O seni muazzam bir saadetle dolduracaktır. O seni bir kutlamaya, bir sevince dönüştürecektir. Onlar arasında ayrım yapmak sorun olmayacaktır.
Eğer sen giderek daha çok mutsuz oluyorsan, o zaman sen bir kendini beğenmişlik yoluna kapılmışsındır.
Eğer sen giderek daha çok sakin, sessiz, mutlu, bir arada olursan o zaman sen başka bir yolculuğa çıkmışsındır; öz sevgi yolculuğuna. Eğer sen ego yolculuğundaysan başkalarına karşı tahripkâr hale geleceksin çünkü ego 'Sen'i yok etmeye çalışır. Eğer öz sevgiye doğru yol alırsan ego kaybolacaktır.
Ve ego kaybolduğunda diğerine kendisi olması için izin verirsin; bütünüyle özgürlük tanırsın.
Eğer herhangi bir egon yoksa sevdiğin diğer kişiye bir hapishane yaratamazsın, bir kafes yaratamazsın. Diğerine yüksek cennetlerde bir kartal olması için izin verirsin. Diğerine kendisi olmak için izin veriyorsun; bütünüyle özgürlük tanırsın.
Sevgi tam özgürlük verir, sevgi özgürlüktür. Senin için özgürlük, sevginin nesnesi için özgürlük.
Ego esarettir. Senin için esaret ve kurbanın için esaret.
Ancak ego sana çok derin hileler yapabilir. O çok kurnazdır ve onun yolları çok incedir: O öz sevgisi gibi rol yapabilir. Sana bir fıkra anlatayım...
Nasrettin Hocanın yüzü, metronun merdivenlerinden aşağıya doğru önünde yürüyen adamı tanıdığında ışıldadı. Adamın sırtına öylesine içten bir şekilde vurdu ki neredeyse adam yıkılacaktı. Ve "Goldberg, seni zor tanıyabildim! Niçin son gördüğümden beri on beş kilo aldın? Ve niçin burnunu düzelttirdin ve yemin ederim on beş santim daha uzunsun.
Adam ona sinirli bir şekilde baktı. "Özür dilerim ama ben Goldberg değilim" dedi buz gibi bir ses tonuyla.
Nasrettin Hoca, "Aha! Demek ismini bile değiştirdin."
Ego son derece kurnazdır ve kendi kendini doğrular, kendi kendini rasyonel hale getirir. Eğer son derece uyanık olmazsan o kendisini öz sevginin arkasına gizlemeye başlayabilir. 'Öz' sözcüğünün kendisi onun için bir korunmaya dönüşebilir. "Ben senin özünüm" diyebilir. Ağırlığını değiştirebilir, boyunu değiştirebilir, ismini değiştirebilir. Ve o sadece bir fikirden ibaret olduğu için onunla ilgili bir sorun yoktur. O büyüyebilir, o küçülebilir, o sadece senin fantezindir.
Çok dikkatli ol. Eğer gerçekten sevginin içinde büyümek istersen çok dikkatli olmaya ihtiyaç duyacaksın. Her adım çok derin bir dikkatle atılmak zorundadır böylelikle ego arkasında gizleneceği herhangi bir boşluk bulamasın.
Senin gerçek özün ne 'Ben'dir ne de 'Sen'dir. O ne 'Sen'dir ne 'Diğeri'dir. Gerçek özün toptan aşkındır.
Senin 'Ben' dediğin şey gerçek özün değildir. Ben' gerçekliğin üzerine dayatılır. Birisini 'Sen' olarak adlandırdığında diğer kişinin gerçek özünü nitelemiyorsundur. Yine sen onun üzerine bir etiket yapıştırıyorsun. Tüm etiketler kaldırıldığında, gerçek öz kalır. Ve gerçek öz senin olduğu kadar diğerlerinindir de. Gerçek öz tektir.
Bu yüzden biz sürekli olarak birbirimizin varlığına katılıyoruz deriz, biz birbirimizin üyesiyiz. Bizim esas gerçekliğimiz Tanrı'dır. Belki de biz okyanusta yüzen buzdağları gibiyiz —onlar ayrıymış gibi gözükür— fakat eridiğimizde hiçbir şey kalmaz.
Tanım kaybolacaktır, sınırlar kaybolacaktır ve buzdağı orada olmayacaktır. O okyanusun bir parçası olacaktır.
Ego bir buzdağıdır.
Onu erit. Onu derin sevginin içinde erit, böylelikle o kaybolur ve sen okyanusun bir parçası haline gelirsin. Bir fıkra duymuştum...
Yargıç çok ciddi görünüyordu. "Hoca," dedi. "Karın kafasına bir beysbol sopası ile vurduğunu ve onu merdivenlerden aşağıya fırlattığını söylüyor. Kendin için ne söylemek istersin?"
Nasrettin Hoca, eliyle burnu ovuşturdu ve düşündü. En sonunda "Sayın yargıç, zannediyorum bu vakada üç taraf var: Karımın hikâyesi, benim hikâyem ve hakikat" dedi.
Evet o son derece haklı. "Hakikatin iki tarafını duymuş olmalısınız ama üç taraf var" dedi. Ve o tamamen haklı.
Senin hikâyen var, benim hikâyem ve hakikat var: Ben ve sen ve hakikat.
Hakikat, ne benim ne de sen. Ben ve sen, hakikatin enginliğinin üzerindeki bir yüküz.
'Ben' sahtedir, 'Sen' sahtedir; dünyada kullanışlıdır, faydalıdır. 'Ben' ve 'Sen' olmadan dünyayı idare etmek zor olacaktır. İyi, kullan onları fakat onlar sadece dünya için araçlardır. Gerçeklikte ne 'Sen' ne de 'Ben' vardır. Bir şey, birisi, sınırsız bir enerji vardır, sınırları yoktur. Biz ondan geliyoruz ve biz yine onun içinde kaybolacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder